Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Son konular

peygamberimiz (asm) din mensuplarına karşı hoşgörüsü

peygamberimiz (asm) din mensuplarına karşı hoşgörüsü
0
299

ahmet0135

FD Üye
Katılım
Nis 13, 2018
Mesajlar
3,753
Etkileşim
89
Puan
48
F-D Coin
0
Peygamberimiz (asm) Din Mensuplarına Karşı Hoşgörüsü

Dinler arası diyalog, bir ibda (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, bir ihyadır. Yani sıfırdan inşa değil, körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmadığı için zamanla bize yabancı olmuş, hakkında "yok" hükmü verilmiş ama aslında, zatında mevcut olan bir şeyi yeniden ortaya çıkarmadır.

Evet, hoşgörü, din mensupları arası diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali, bu asırda ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası bu gözle incelense; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu İnsanlığın İftihar Tablosunun (s.a.s.) o mübarek sesini yükselterek aleme duyurduğu görülecektir. Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu bu Vesika'da vardır. Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar edilmiştir.

Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl vardır. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat ve tahkim vardır. Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış, ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur.

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiin yaşamış, tebe-i tabiin yaşamıştır. Fetih dönemlerinde, Müslümanlar kilise ve havraları yıkmamış, azınlıkların haklarına dokunmamışlardır ve vicdan hürriyetini kısıtlamamışlardır. Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar, kendilerine tanınan bu haklar başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlardır, Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler, 15 asırlık İslam tarihinde her zaman Efendimizin (sav) ve Raşid Halifeler'in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamıştır. Uygulanmamış, çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim İslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslam'ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

İslam dini, hoşgörü, diğer din mensuplarıyla diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikalini, müntesiplerinin omuzlarına bir vazife ve vecibe olarak yüklüyorsa, bunu ve bu süreci hiç kimse kendine mal edemez. Evet o, hiç kimsenin şefkatinin ve merhametinin ürünü değildir. Aksine İslam'ın şefkati, ve merhametidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) müminler için her hususta rehber olduğu gibi, diğer dinler ve mensuplarıyla diyalogda da rehberdir. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (s.a.s.) hayatı, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir. Diğer din mensuplarına karşı da, bir insan olmaları itibariyle hep sevgi ve hoşgörü ile muamelede bulunmuştur.

Müsamaha, hoşgörü ve dinler arası diyaloğun kaynağı, dinimizin de kaynağı olan Kur'an'dır ve bu düşünce coşkun bir ırmak halinde Kur'an'ın Tebliğcisi Efendimiz'den akıp bize gelmektedir. Bu açıdan müsamaha, hoşgörü ve diyalog, kaynakları itibariyle Kur'an ve Sünnet'e dayandığından Müslüman'ın tabii ahlakıdır.

Engin müsamaha insanı Efendimiz (s.a.s.), Medine'de Ehl-i Kitap'la iç içe yaşamış, hatta "Müslümanım" dedikleri halde sürekli nifak çıkaran, hemen her yerde temiz vicdanları birbiriyle vuruşturmaya çalışan müfsit ruhlarla bile anlaşma noktaları bulmuş ve onları nazar-ı müsamaha ile bağrına basmıştır. Abdullah b. Übey b. Selul gibi ömür boyu kendisine düşmanlık içinde bulunan birine bile öldüğünde gömleğini kefen olarak vermiş ve yapılan teklif üzerine cenaze namazını kıldırmayı kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), İbn Selul'ün münafık olduğunu ve hayatı boyunca Peygamberimize yaptığı kötülükleri birer birer sayarak namazı kıldırmasının ve ona dua etmesinin uygun olmadığını hatırlatmıştır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Tövbe suresinin 80. (Onlar için sen ister Allah'tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir?) ayetine işarette bulunarak: "Rabbim bu hususta beni muhayyer kıldı. Onun için gerekirse 70'ten fazla istiğfarda bulunurum."(1) diyerek cevap verince, Tövbe suresi 84'cü ayet inerek kesin hükmü verdi: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma!" Bu bakımdan, ne O'nun (s.a.s.), ne de O'nun insanlığa sunduğu mesajın eşi ve menendi yoktur. Dolayısıyla 'Üsve-i Hasene' (En Güzel Örnek) olan O Kurtuluş Rehberi'ne uymaya çalışanların, O'ndan farklı düşünmeleri de mümkün değildir.

İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.), Rabb'inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir.

Allah Resulü (s.a.s.), bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir Sahabi, "Ya Resulallah, o Yahudi'dir" der. Nebiler Serveri (s.a.s.) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana "dur ve beni dinle" dedirtecek şu cevabı verir: "Ama bir insan!" (2) O'nu bu ölçüler içinde tanımayan müntesiplerinin de, O'nun (s.a.s.) insanlık adına getirdiği evrensel mesajlardan habersiz yaşayan insan hakları savunucularının da kulakları çınlasın! Bu söze ilave edilecek hiç bir şey yoktur ve eğer biz, bu sözün sahibi o şanlı Peygamberin ümmeti isek, O'ndan farklı düşünmemiz de mümkün değildir.

Şimdi de, Peygamber Efendimizin (s.a.s.), Mekke ve özellikle Medine döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle olan ilişkilerini ve onlara karşı tutumlarını misalleriyle zikredelim:

a. Hıristiyanlarla Diyalog

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Allah Resulü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke'de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, Kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice'yi ve Peygamber Efendimizi teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil'in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan'dı. (3)

Allah Resulü (s.a.s.) Mekke'de, vahiy almadığı konularda Mekkeli müşriklere muhalefet ederek, Ehl-i Kitab'ın davranışlarına uygun hareket etmiştir. (4)

İslamiyet'in beşiği olan Mekke'de daha başlangıçtan itibaren Allah Resulü'nün (s.a.s.), Hıristiyanlarla münasebeti, dostane hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risaletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans'ın İran'a mağlubiyeti, Mekke'de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecusi İran'a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti (Rum, 1-5).

Peygamberimizin Hicret'ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resulü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan'a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir. "İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan'a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah asan edinceye kadar orada kalın"(5).

Allah Resulü'nün bu isteğine, sahabelerinden bir kısmı hemen uymuştu. Bunların içinde Peygamberimizin amcazadesi Hz. Cafer (r.a.) de vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Necaşi (Eshame)'ye hitaben bir tavsiye mektubu yazmıştır. Bu mektupta Allah Resulü (s.a.s.), önce İslam'ın tevhid inancını, Allah telakkisini ortaya koymuş, sonra İslam'ın Hz. İsa'ya bakışını belirtmek üzere "Ve tasdik ederim ki, Meryem oğlu İsa, Allah'ın Ruhü'l- Kudüs'ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryem'e bıraktığı kelimesidir. Allah, Adem'i (a.s.) kendi eliyle yarattığı gibi onu da ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır." demiştir. Ayrıca Necaşi'ye hitaben yazılan mektupta, Necaşi, İslam'a davet edilmiş, amcazadesi ve beraberindekilere misafirperverlik yapması istenmiştir. (6)

Necaşi'nin, kendisine gelen heyete söylediği sözler ve yaptığı muamele ile Peygamber Efendimize yazdığı mektuptan dolayı Allah Resulü (s.a.s.), onun Müslüman olduğu neticesine varmış, Necaşi'nin vefatında Medine'de gıyabi olarak cenaze namazını kıldırmıştır. (7)

Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri ?yukarıda anlattığımız gibi- çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resulü (s.a.s.) Medine'de İslam devletinin temellerini attıktan ve Medine halkını bu devlet yapısı içinde teşkilatlandırdıktan sonra; komşu kabilelerle birtakım temaslar kurmayı hedef almıştı. Komşu kabilelerle yaptığı anlaşmalar ve savaşlar neticesinde İslam devletinin güvenliğini iyice sağlamlaştırınca, giriştiği temasları daha da ileri götürmüş ve birtakım devlet ve kabile reislerini İslam'a davette bulunmuştur. Peygamberimizin, komşu hükümdarlara mektuplarla yaptığı bu İslam daveti, Bizans'ın Ninova'da İranlıları mutlak bir hezimete uğratışlarından sonraya rastlamaktadır. (8)

Allah Resulü (s.a.s.) Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı'na bir mektup göndermiştir. (9) Bu mektupta Allah'ın elçisi, Mukavkıs'ı ve tebaasını İslam'a davet etmekte ve Al-i İmran 64. ayetin muhtevası içinde, Allah'tan başkasına tapmamaya, O'na hiçbir ortak koşmamaya, Allah'ın dışında birbirlerini Rabbler edinmemeye çağırmaktadır. (10)

Allah Resulünün hayatında Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından en çok dikkat çeken konu, Necranlı Hıristiyanlarla giriştiği birtakım temaslardır. Bilindiği gibi, Arap Yarımadası'nda en çok Hıristiyan topluluğunun bulunduğu bölge; Yemen'in Necran'ındaki Mezhiç kabilesinin halkından olan Belharis kabilesinin yaşadığı bölge idi. (11)

Peygamberimiz, Necran Hıristiyanları ile ilgilenmiş, İslam'ı tebliğ etmek üzere onlara Muğire b. Şu'be'yi göndermişti.

Necran Hıristiyanları, Medine'ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Heyetin başında kendi Midras'larının (Mektep veya Mahkeme) papazı ve reisi olan Ebu Harise b. Alkame, onun akibi Abdu'l- Mesih ve kervana reislik eden el-Eyhem vardı. Medine'ye ulaşan Necran heyeti, Mescid'de Peygamberimizin huzuruna çıkmışlardı, ibadet vakitleri geldiği zaman Mescid'de ibadet etmek istemişler, Ashab buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid'i bırakmıştı. Onlar da Şark'a dönerek ibadetlerini yaptılar. (12)

Ertesi gün, Allah Resulü, Necran heyeti adına konuşan dini liderleri Ebu Harise ile başkanları Abdu'l- Mesih'i İslamiyet'i kabule çağırdı. Arada tartışmalar çıktı? Peygamber Efendimiz, nihayet davasında haklı olduğunu daha kesin göstermek için emr-i ilahi gereğince, Necranlıları Mubahaleye (Lanetleşmeye) davet etmişti.

Çünkü yapılan tartışmaların sonu gelmiyordu. Böylece davasında haksız olanın üzerine Allah'ın laneti istenecekti. Aslında böyle bir lanetleşme olayına Allah Resulü'nü davet eden bizzat Cenab-ı Hak'tı ve bu konuda şöyle buyuruyordu. "Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra Allah'a dua ve niyaz edelim de O'nun lanetini yalancıların üstüne okuyalım. Eğer, yine yüz çevirirlerse muhakkak Allah, o fesatçıları hakkıyla bilendir.."(Al-i İmran, 61)

Allah Resulü'nün bu Mubahale teklifi karşısında Necran heyeti, özel müşavere için çekilmişler ve bu müşaverede akib Abdu'l- Mesih: "Ey Hıristiyan Cemaati! Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir ve yine biliyorsunuz ki, peygamberlerle lanetleşen bir kavmin zürriyeti kesilir.

O'nunla lanetleşmeyi kabul etmeyiniz ve kendisi ile bir antlaşma yaparak dininizde kalınız." demiştir. Bu görüşe iştirak eden heyet mensupları Peygamberimize gelerek "Ey Ebu'l- Kasım, seninle lanetleşmemeye karar verdik. Seni kendi dininle baş başa bırakacağız. Biz de kendi dinimize döneceğiz. Bizim hakkımızda istediğin gibi hükmet. Biz sana istediğin şeyi verelim ve seninle antlaşma yapalım. Yalnız bize, ihtilaflarımızı halletmesi için bir Müslüman hakim gönder." (13) demişlerdir.

Allah Resulü (s.a.s.), İslam'ın "Genel Dini Müsamahasının" bir gereği olarak, Necranlıların tekliflerini kabul etmiş, cizye karşılığında onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabetlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır. Ayrıca ihtilaf konularını halletmek üzere de Ebu Ubeyde'yi vazifelendirmiştir. (14)

Görülüyor ki Peygamber Efendimiz devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde hakim olan ruh, yine İslam'ın genel dini tutumu içindeki müsamaha ruhudur. Peygamberimizin yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hak olan inancın tebliğini yapmaktır. Peygamberimizin mubahale ile hedefi, doğru olduğunu iddia ettikleri yanlış inançları tashih etmek ve onları İslam'ın açık ve seçik itikat esaslarına çağırmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O'nun (s.a.s.), Necranlıları, Mescid-i Nebevi'ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslam'ın genel dini tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir.

b. Yahudilerle Diyalog

Ehl-i Kitabın diğer kolunu teşkil eden Yahudiler ile ilk doğrudan ilişkiler Allah Resulü'nün 622'de Medine'ye gelişiyle başlamış bulunmaktadır. Müteakiben İslam devletinin ilk merkezi olacak olan bu şehirde, Arap ve Yahudi kabileleri yaşıyordu ve şehir devleti denebilecek bir idare henüz mevcut değildi.

Peygamber Efendimiz, Muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahalarda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir.

Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve Muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir.

Allah Resulü, bu yeni merkezde idari faaliyetle yetinmedi. Ehl-i Kitapla manevi açıdan da bütünleşme safhasına geçmek istedi. Son üç semavi dinin, esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hıristiyanları inanç birliğine davet etti, onları İslam adı altında birleşmeye çağırdı. Zira kendisi, sadece Arapların değil, bütün beşeriyetin Peygamberiydi. Onun risaletine bu bakımdan Ehl-i Kitap da muhatap idi. (Bakara, 40-43; Maide, 19) Onları Kur'an-ı Kerim'in şu ayetiyle davet etti: "De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve adil şu sözde karar kılalım: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiç bir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'ın yanında rab edinmesin. Eğer bu daveti reddederlerse: Bizim, Allah'ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahit olun. deyin." (Al-i İmran, 64)

Bu davet, Kur'an'ın, Hıristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslam'ın insanlık alemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir.

Aynı zamanda bu ifadelerde de açıkça görüleceği üzere, Allah Resulü'nün davetinde asla zorlayıcı bir din telkini söz konusu değildir. Onun vazifesi, Allah'ın hidayetini herkese eşit olarak bildirmek ve doğru yola girmelerini istemektir. Nitekim aynı surenin yirminci ayetinde; "O Ehl-i kitapla, kitap ehli olmayan ümmilere (müşriklere) de ki: "Siz de teslim olup Müslüman olmaya var mısınız?" Eğer hakka teslim olup İslam'a girerlerse doğru yolu bulmuş olurlar.

Yok, eğer yüz çevirirlerse, sana düşen görev, sadece hakkı tebliğdir." buyurulmaktadır. Bu anlayış içinde Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine'deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytü'l- Midras'larına kadar gitmiş onlara: "Ey Yahudi toplumu! İslam olun, selamet bulursunuz." demiştir. (15) Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar.

Tarihi bir gerçektir ki, Ehl-i Kitapla tevhitte bütünleşme arzusu her ne kadar bütünüyle gerçekleşmemiş olsa da, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), onlarla hür bir ortamda hoşgörü anlayışı içinde bir arada yaşayabilmenin çarelerini aramak ve bulmaktan katiyen ayrılmamıştır. O (s.a.s.), Kur'an-ı Kerim'den aldığı emirle, herkesle diyalog kurmaya açık bir Peygamber'di. Bu, Allah kelamının, O'na ve bütün Müslümanlara bu konuda koyduğu bu düstur, daha Mekke devrinde, Ankebut Suresi'nin 46. ayetiyle çizilmiş bulunuyordu: "Zalimleri müstesna, Ehl-i Kitapla ancak güzel şekilde mücadele edin ve deyin ki: Bize ve size gönderilen kitaplara bizler inandık. Sizin de, bizim de ilahımız tektir. Bizler O'na teslim olmuş Müslümanlarız.".

Bu ilahi emre tabi olarak, başta Allah Resulü olmak üzere her Müslüman, herkese, inanç farkı gözetmeksizin, saygılı davranmış, hak ve hukuktan ayrılmamıştır. İlk Müslümanların hayatlarında bu zihniyetin sayısız tezahürleri vardır.

Bazı misaller verelim:

Din seçme hürriyetinin ifadesi olan La ikrahe fı'd-din "Dinde zorlama yoktur." ayetini (Bakara, 256) uygulamakta olan Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine'ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir:

"Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.". (16)

Bu inanç hürriyeti, sadece manevi sahada kalmadı, hukuki sahada da geçerli oldu. İslam idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur'an-ı Kerim'in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafı Peygamberimize çözümletmek cihetine de gidebiliyorlardı. Bu durumda hakimlik yapıp yapmaması, Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimizin arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah'ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir. (Maide, 42,48,49)

İlk İslam devletinin vatandaşları arasında bulunan "zimmiler" denen Ehl-i Kitaba karşı devletin gösterdiği davranışa günümüzde bile gıpta ile bakılabileceği görülmektedir. Gayrimüslimler kendilerinden kaldırılmış vazifelere mukabil, cizye denen vergi ile mükellef tutulmuşlardı. Hz. Ömer'in bu noktada koyduğu hükümlerin ahlaki seviyesi her türlü takdirin üzerindedir.

Cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan, fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticari geliri olmayan Kilise mensuplarından alınmıyordu.

İdari sahanın dışında, Ehl-i Kitabın ibadetine ve mabetlerine gösterilen hoşgörülü davranış, ileriki asırların İslami devletlerinde de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bugün İslam ülkelerinde halen vazife görmekte olan sayısız Ehl-i Kitap mabedinin bulunuşunu başka sebeplere bağlama imkanı yoktur.

İslami kaynaklarla ünsiyeti olanlarca bilindiği üzere, Müslümanların Ehl-i Kitapla ilişkileri, seneler geçtikçe, sosyal hayatın hemen hemen her alanında görünür olmuştur. Bizzat Allah Resulü, gayrimüslimlerden memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı ve asker olarak istifade etmiştir.

Allah Resulü'nün, insanlarla ilişkilerinde temel aldığı değerlerden birisi dürüstlüktür. Bu meziyeti gördüğü kimsenin başka dinden olması, onunla ticari ilişkilere girmesine engel teşkil etmemiştir. Bizzat kendisi Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddeleri ve borç almıştır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

"Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: Ümmiler hakkında ne yaparsak mubahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız. demeleridir. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar." (Al-i İmran, 75)

Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitaba, "kitap ehli olmayanlar" karşısında daima ayrıcalık tanımıştır. Putperestler için yasak kılınan, mesela evlenme ve yemek meselelerinde Ehl-i Kitap imtiyaz sahibi idi. Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyan hanımlarla evlenebiliyorlardı ve bu hanımlar, kendi dinlerini muhafaza etmek ve onun gereğini yapmak hakkına sahiptiler.

Müşriklerden farklı olarak, Ehl-i Kitabın kestiği hayvanların etleri, pişirdikleri yemekler Müslümanlara helaldir.

Kur'an-ı Kerim'in ışığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve arkadaşlarının temellerini attıkları bu yakınlık, hoşgörü ve saygı ortamı tek taraflı kalmamıştır. Ehl-i Kitapla Müslümanlar arasında sevince ve üzüntüye ortak olunduğunu gösteren sayısız davranışlar vardır.

157/774 senesinde, Evzai isimli büyük İslam alimi öldüğü zaman, tarihçi Zehebi'nin kaydettiği üzere cenazesine Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Kıptiler iştirak etmişlerdir.

İslam'ın ilk asırlarından aldığımız bu birkaç misal bile, son Peygamberin tebliğ ettiği dinin, bütün insanları kuşatıcı bir rahmet ve adalet kaynağı olduğunu göstermekte yeterlidir. O'nun prensiplerine hakkıyla riayet edildiği devirlerde ulaşılan mutlu hayatın devam edememiş olduğu bir gerçek olmakla beraber, kültürlü ve yüksek ahlaklı nesiller yetiştirilebildiği takdirde, böyle bir geleceğe kavuşmanın hayal olmaktan çıkacağı da şüphesizdir. Semavi dinlerin hedefi olan Yaratan'a layık kul olabilmek davasına gönül verenler, inşallah sonunda gayelerine ulaşacaklardır. (17)

Kaynaklar:
1. Buhari, Cenaiz 85; Tefsiru Berae 12; Müslim, Fezailü's- Sahabe 25.
2. Müslim, Cenaiz 78, 81.
3. Buhari, Bedu'l- Vahy 3.
4. Buhari, Libas 70; Müslim, Fedail 90.
5. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, (trcm. Salih Tuğ,) Ankara 2003 I,109.
6. Hamidullah, el-Vesaikü's- Siyasiye, (trcm.Vecdi Akyüz), Kitabevi, İstanbul 1997,, s.115; Hamidullah, İslam Peygamberi, I,297.
7. Müslim, Cenaiz 62-67; Tirmizi, Cenaiz 48.
8. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 308-629.
9. Hamidullah, el-Vesaik, s. 94; Hamidullah, İslam Peygamberi, I,313-324.
10. Hamidullah, el-Vesaik, s. 51.
11. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 411; M. Fayda, "Hz. Muhammed'in Necranlı Hıristiyanlarla Görüşmesi ve Mubahele", İlahiyat Fakültesi, İslam İlimleri dergisi II, Ankara 1975.
12. İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamidullah, İslam Peygamberi, I,619-620.
13. Kurtubi, el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an, Beyrut 1985, IV, 103; Vahidi, Esbabu'n- Nüzul, ed-Demam 1991, s.104; İbn Hişam, es-Sire, I, 583-584; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 621.
14. Hamidullah, İslam Peygamberi, I,622.
15. Buhari, İ'tisam 18.
16. İbn Hişam, es-Sire, II, 586.
17. Mehmet S. Hatipoğlu Mehmet S. Hatipoğlu, Hoşgörü Açısından Müslümanlar Ve Ehl-i Kitap, yayınlanmamış makale.
 

Similar threads

Sahebelerin Efendimiz (s.a.s)'e Karşı Davranışları Nasıldı? Peygamberimz H.z Muhammed (s.a.s) Karşı Davranış Adabı "Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128)...
Cevaplar
0
Görüntüleme
239
İslamiyet Sevgi Barış Ve Hoşgörü Dinidir İslam kelimesi, Arapça'da "barış" kelimesiyle aynı anlama gelir. İslam, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Allah tüm insanları, yeryüzünde...
Cevaplar
0
Görüntüleme
284
Peygamberimiz (asm)'ın Diğer Peygamberlerden Farkı? 1. Allah’ın İnsanlara gönderdiği bütün peygamberlere iman etmemiz gerekir. Onlar insanlığın iftihar vesilesi ve önderleridir. Bütün peygamberler insanlığın en üstün ve en faziletlileri olmakla beraber, kendi aralarında derece ve mertebe...
Cevaplar
0
Görüntüleme
297
Peygamberimiz (asm) Eşlerine Karşı Nasıl Davranırdı? O'nun hanesinde her zaman burcu burcu saadet kokardı. Alemde hiçbir kadın Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz.Peygamber (s.a.s.) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi...
Cevaplar
0
Görüntüleme
223
Peygamberimiz (asm) Hasaisi Ayrıcalıkları Nelerdir? Hasais kelimesi, "bir şeye veya bir kimseye sadece onda bulunan bir özellikle üstünlük nisbet etmek" anlamındaki hass (husus) mastarından isim olan hassıyyetin çoğulu olup "meziyetler ve üstün özellikler" demektir. (Lisanü’l-Arab, "hşş" md.)...
Cevaplar
0
Görüntüleme
283
858,505Konular
982,656Mesajlar
33,044Kullanıcılar
Mahmut343Son üye
Üst Alt