iltasyazilim
FD Üye
Değerli kardeşimiz;
Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu alemleri yaratan Zatın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ânı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'lVücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz
Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için, ne de sıfatları hükmündeki ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez Yani, güneş aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise odur Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi, âynaların olması da, onun cemâl ve kemâlini artırmaz
Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla, aydınlanmaları arasında bir fark yoktur Yani, onların karanlıkta kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez
Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir
Ganiyyi Mutlak olan Cenâbı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, hâşâ, ihtiyacından değildir Bunları yaratmakla O'nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahluklara aittir Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir
Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına, ne meleklerin medh ü senasına, ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir Bunlar olsun veya olmasın O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli, dengi olmayan bir Mâbudu Mutlak'tır
Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:
Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâbı Hakk'm hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken, daha sonra O halde kâinatı niçin yarattı?denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir Bu sebeple biz önce Cenâbı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyden müstağni olduğunu izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız
Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile herşeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı
Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir(Âli İmrân: 97) ayetinin bildirdiği gibi, Cenâbı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece, bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla hâşâ kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun
Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de O'na mahsustur Madem ezelde O'nun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez Cenabı Hakk’ın, Kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da, yaratmamaktan da müstağnidir Yaratılan her mevcud kemâlini O'ndan almaktadır Mahlûkatın kemâli O'nun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir
Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, Sâni'i Zülcelâl ve Fâtırı Zülcemâl ve Hâlikı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir Gayr ve masiva O'na tesir etmez Yalnız mezahir olabilirler
Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar
Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:
Allahü Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir
Cenâbı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır Öyle ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır
Bu hakikat Risâlei Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir
O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakatı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir Sair tabakatı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir Ve o derece Vücûdu Vâcib, rasih ve hakikatli ve Vücudu Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddini Arabî gibi çok ehli tahkik sair tabakatı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; lâ mevcûde illâ hudemişler Yâni: Vücûdu Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir diye hükmetmiştir
Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da herşeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir Zira O’nun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz kemâldedir, mutlaktır Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır O Zâtı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir Ezelde hayatı ne ise, şimdi de, ebedde de odur Bütün hayat tabakaları O'nun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar Elbette o Hayyı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez
Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir O Alîmi Külli Şey'in ilmi sonsuzdur, mutlaktır Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir O Hâkimi Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur Bu âlemdeki bütün plân ve programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez
Cenâbı Allah'ın sıfatlarından biri de Kudrettir O Kadiri Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir Her şey varlığında, devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması, O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez Yaratılan bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir
İrâde, Sem’, Basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâbı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır
Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâbı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık
Şimdi de O halde bu kâinatı niçin yarattı?sorusuna cevap verelim:
Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur Öncelikle şunu belirtelim ki:
Cenâbı Hak herşeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir, müsavidir Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir O halde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar, menfaatler onlara aittir Allahü Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır olan vücudu, varlığı irâde etmiştir
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâbı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir
Evet Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedirhakikatince Cenabı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâi Hüsnâ'sını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir
Cenâbı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet kemâldedirler Ancak Esmâi Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir
Evet, madem Cenâbı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudreti Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister Hem madem O Zâtı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır Bu ilim, her harfinde, satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâi Hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi, Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler
Cenâbı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve Esmâi Hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde tecelli etmesini de sever Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir Cenâbı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o esmânm tezahürünü istemesi de haktır Elbette kâinatı yaratmakla lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kainatı yaratmamasından daha güzeldir Meselâ, bir padişahın hazinelerinde bulunan çeşit çeşit cevherleri, türlü türlü nimetleri emri altındaki halkına ihsan etmesi, onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması, hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır Aynen öyle de, Allahü Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından elbette daha hayırlıdır
İşte, Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve enbiyâyı, bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren Resûli Ekrem (asm) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir
Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:
İşte Cenâbı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâi Hüsnâ'sının bütün meratipleri ve bütün faziletleri, hakiki kemâlât olduklarından bizzat sevilir Mahbubetün lizatihadırlar Mahbubu Bilhak ve Habibi Hakikî olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet eder Enbiyâsını ve evliyasını, hususan Seyyidül Mürselîn ve Sultanül Evliya olan Habibi Ekrem'ini sever Yâni, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmasının mazharı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever Ve san'atınıı sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan O Habibini ve emsalini sever Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuatına karşı: Maşâallah, Bârekallah, ne kadar güzel yapılmışlardiyen ve takdir eden ve istihsan eden O Habibini ve O'nun arkasında olanları sever Ve mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasini ahlâkın umumunu cami olan O Habibi Ekrem'ini ve O'nun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder
Şurası unutulmamalıdır ki, Cenâbı Hakk'ın muhabbeti, memnuniyeti, şefkati, O'nun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır, mahlûkatın muhabbetine, sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir
İkinci Hikmet:
Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine, bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar Bu da iki noktada incelenebilir:
Birinci nokta; Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değilhadîsi kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâbı Hakk'ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır Bütün hayat sahiplerine bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları hayatlarının devamı ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar ile donatmışır Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve iştihalar vermiştir Bunların tatmini için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş, hem de devam ve bekalarını temin etmiştir Bilhassa insan nev'ini akıl, hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona teveccüh ettirmiştir
Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması düşünülemez Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir: Cenâbı Hak, mahlûkatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır? Yâni, şu canlı varlıklar O Ganiyyi Mutlak'ın hangi işini görmektedirler Cenâbı Hak onların yemesine mi muhtaçtır, içmesine mi? Doğmasına mı muhtaçtır, ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle, kuşlar uçmalarıyla, hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla, insanlar ilmi keşifleri ve ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta, Cenabı Hakk’ın hâşâ hangi ihtiyacını görmektedirler? Halbuki bütün hayat sahipleri O'nun mülkünde yaşamakta, O'nun lûtfuna her an mazhar olmaktadırlar
Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise,
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım(Zariyât: 56) ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri, tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir
İnsanlar o Mabudu Bilhakk'ı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet vazifelerini ifa edip, O'na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar olurlar Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi 'İmanı Billâh'tır Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, imanı Billah içindeki 'Marifetullah'tır Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki 'muhabbetullah'tır Ve ruhu beşer için en halis sürür ve kalbi insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzeti ruhaniyye'dir Evet, bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır Onlar, onsuz olamaz Cenâbı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır
Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir Bunlarla Allah’a manen yakınlık peyda edilir Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât, menfaat ancak kullara aittir Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine, ta'zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır
Bütün varlıklar O'na ibadet etseler O'nun kemâli zerre kadar artmayacağı gibi, O'na isyan etseler O'nun izzet ve kemâlini zerre kadar noksanlık gelmez
Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:
Bilfarz O'nun kürrei kamerinde insanlar olmadığı gibi, arzında da olmayabilir, bundan dolayı bârigâhı azametinden ne eksilir?
Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor, kamerinden mehtaplar aksettiriyor, hâki tireden mehlikalar yaratıyor, nesiminden sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor, milyonlarca senelik mesafedeki yıldızlardan, şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor, zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler uyandırıyor, dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar izhar eyliyor; sinenizde kimyahaneler, dimağınızda hikmethaneler açıyor, damarlarınızda nehirler akıtıyor, sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan nice yol şebekeleri dokuyor, adalelerinizde sermayeler gizliyor, daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor, hey'eti mecmuasını bir âhengi vahdetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor ve kuvvei muharrikesini içinize yerleştiriyor, iktizâ eden plânlarını ruh ve şuurunuza resmediyor, zihin denilen bir hazine, akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğimiz bir miftah da bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde, gayei hilkatlarına göre istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor, daha büyük bir inayeti rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan talimat da gönderiyor, nihayet makineyi işletip, tecrübelerini size gösterip, hikmeti hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için yedi emanetinize teslim ediyor
Allah, bütün bunları yapıyorsa, size ve sizin iradenize, muavenetinize ihtiyacından değil, size mahlûkatı içinde bir mevkii mümtaz, bir salâhiyeti mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor
Siz doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki edvar ve etvarı vücudiyetinizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkularınıza melce, sıcaktan soğuktan, açlıktan susuzluktan, vuhûş ve haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti bulduğunuzda şu kürrei arz yapılırken, taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu, havası henüz kimyahanei kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç tasavvur ediyor musunuz?
Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilirForumTR üyesi olmak için tıklayınız
Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu alemleri yaratan Zatın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ânı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'lVücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz
Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için, ne de sıfatları hükmündeki ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez Yani, güneş aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise odur Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi, âynaların olması da, onun cemâl ve kemâlini artırmaz
Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla, aydınlanmaları arasında bir fark yoktur Yani, onların karanlıkta kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez
Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir
Ganiyyi Mutlak olan Cenâbı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, hâşâ, ihtiyacından değildir Bunları yaratmakla O'nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahluklara aittir Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir
Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına, ne meleklerin medh ü senasına, ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir Bunlar olsun veya olmasın O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli, dengi olmayan bir Mâbudu Mutlak'tır
Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:
Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâbı Hakk'm hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken, daha sonra O halde kâinatı niçin yarattı?denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir Bu sebeple biz önce Cenâbı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyden müstağni olduğunu izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız
Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile herşeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı
Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir(Âli İmrân: 97) ayetinin bildirdiği gibi, Cenâbı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece, bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla hâşâ kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun
Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de O'na mahsustur Madem ezelde O'nun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez Cenabı Hakk’ın, Kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da, yaratmamaktan da müstağnidir Yaratılan her mevcud kemâlini O'ndan almaktadır Mahlûkatın kemâli O'nun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir
Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, Sâni'i Zülcelâl ve Fâtırı Zülcemâl ve Hâlikı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir Gayr ve masiva O'na tesir etmez Yalnız mezahir olabilirler
Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar
Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:
Allahü Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir
Cenâbı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır Öyle ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır
Bu hakikat Risâlei Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir
O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakatı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir Sair tabakatı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir Ve o derece Vücûdu Vâcib, rasih ve hakikatli ve Vücudu Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddini Arabî gibi çok ehli tahkik sair tabakatı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; lâ mevcûde illâ hudemişler Yâni: Vücûdu Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir diye hükmetmiştir
Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da herşeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir Zira O’nun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz kemâldedir, mutlaktır Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır O Zâtı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir Ezelde hayatı ne ise, şimdi de, ebedde de odur Bütün hayat tabakaları O'nun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar Elbette o Hayyı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez
Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir O Alîmi Külli Şey'in ilmi sonsuzdur, mutlaktır Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir O Hâkimi Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur Bu âlemdeki bütün plân ve programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez
Cenâbı Allah'ın sıfatlarından biri de Kudrettir O Kadiri Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir Her şey varlığında, devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması, O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez Yaratılan bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir
İrâde, Sem’, Basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâbı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır
Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâbı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık
Şimdi de O halde bu kâinatı niçin yarattı?sorusuna cevap verelim:
Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur Öncelikle şunu belirtelim ki:
Cenâbı Hak herşeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir, müsavidir Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir O halde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar, menfaatler onlara aittir Allahü Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır olan vücudu, varlığı irâde etmiştir
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâbı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir
Evet Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedirhakikatince Cenabı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâi Hüsnâ'sını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir
Cenâbı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet kemâldedirler Ancak Esmâi Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir
Evet, madem Cenâbı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudreti Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister Hem madem O Zâtı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır Bu ilim, her harfinde, satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâi Hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi, Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler
Cenâbı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve Esmâi Hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde tecelli etmesini de sever Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir Cenâbı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o esmânm tezahürünü istemesi de haktır Elbette kâinatı yaratmakla lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kainatı yaratmamasından daha güzeldir Meselâ, bir padişahın hazinelerinde bulunan çeşit çeşit cevherleri, türlü türlü nimetleri emri altındaki halkına ihsan etmesi, onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması, hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır Aynen öyle de, Allahü Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından elbette daha hayırlıdır
İşte, Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve enbiyâyı, bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren Resûli Ekrem (asm) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir
Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:
İşte Cenâbı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâi Hüsnâ'sının bütün meratipleri ve bütün faziletleri, hakiki kemâlât olduklarından bizzat sevilir Mahbubetün lizatihadırlar Mahbubu Bilhak ve Habibi Hakikî olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet eder Enbiyâsını ve evliyasını, hususan Seyyidül Mürselîn ve Sultanül Evliya olan Habibi Ekrem'ini sever Yâni, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmasının mazharı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever Ve san'atınıı sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan O Habibini ve emsalini sever Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuatına karşı: Maşâallah, Bârekallah, ne kadar güzel yapılmışlardiyen ve takdir eden ve istihsan eden O Habibini ve O'nun arkasında olanları sever Ve mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasini ahlâkın umumunu cami olan O Habibi Ekrem'ini ve O'nun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder
Şurası unutulmamalıdır ki, Cenâbı Hakk'ın muhabbeti, memnuniyeti, şefkati, O'nun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır, mahlûkatın muhabbetine, sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir
İkinci Hikmet:
Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine, bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar Bu da iki noktada incelenebilir:
Birinci nokta; Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değilhadîsi kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâbı Hakk'ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır Bütün hayat sahiplerine bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları hayatlarının devamı ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar ile donatmışır Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve iştihalar vermiştir Bunların tatmini için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş, hem de devam ve bekalarını temin etmiştir Bilhassa insan nev'ini akıl, hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona teveccüh ettirmiştir
Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması düşünülemez Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir: Cenâbı Hak, mahlûkatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır? Yâni, şu canlı varlıklar O Ganiyyi Mutlak'ın hangi işini görmektedirler Cenâbı Hak onların yemesine mi muhtaçtır, içmesine mi? Doğmasına mı muhtaçtır, ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle, kuşlar uçmalarıyla, hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla, insanlar ilmi keşifleri ve ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta, Cenabı Hakk’ın hâşâ hangi ihtiyacını görmektedirler? Halbuki bütün hayat sahipleri O'nun mülkünde yaşamakta, O'nun lûtfuna her an mazhar olmaktadırlar
Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise,
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım(Zariyât: 56) ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri, tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir
İnsanlar o Mabudu Bilhakk'ı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet vazifelerini ifa edip, O'na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar olurlar Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi 'İmanı Billâh'tır Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, imanı Billah içindeki 'Marifetullah'tır Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki 'muhabbetullah'tır Ve ruhu beşer için en halis sürür ve kalbi insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzeti ruhaniyye'dir Evet, bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır Onlar, onsuz olamaz Cenâbı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır
Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir Bunlarla Allah’a manen yakınlık peyda edilir Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât, menfaat ancak kullara aittir Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine, ta'zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır
Bütün varlıklar O'na ibadet etseler O'nun kemâli zerre kadar artmayacağı gibi, O'na isyan etseler O'nun izzet ve kemâlini zerre kadar noksanlık gelmez
Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:
Bilfarz O'nun kürrei kamerinde insanlar olmadığı gibi, arzında da olmayabilir, bundan dolayı bârigâhı azametinden ne eksilir?
Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor, kamerinden mehtaplar aksettiriyor, hâki tireden mehlikalar yaratıyor, nesiminden sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor, milyonlarca senelik mesafedeki yıldızlardan, şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor, zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler uyandırıyor, dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar izhar eyliyor; sinenizde kimyahaneler, dimağınızda hikmethaneler açıyor, damarlarınızda nehirler akıtıyor, sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan nice yol şebekeleri dokuyor, adalelerinizde sermayeler gizliyor, daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor, hey'eti mecmuasını bir âhengi vahdetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor ve kuvvei muharrikesini içinize yerleştiriyor, iktizâ eden plânlarını ruh ve şuurunuza resmediyor, zihin denilen bir hazine, akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğimiz bir miftah da bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde, gayei hilkatlarına göre istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor, daha büyük bir inayeti rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan talimat da gönderiyor, nihayet makineyi işletip, tecrübelerini size gösterip, hikmeti hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için yedi emanetinize teslim ediyor
Allah, bütün bunları yapıyorsa, size ve sizin iradenize, muavenetinize ihtiyacından değil, size mahlûkatı içinde bir mevkii mümtaz, bir salâhiyeti mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor
Siz doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki edvar ve etvarı vücudiyetinizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkularınıza melce, sıcaktan soğuktan, açlıktan susuzluktan, vuhûş ve haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti bulduğunuzda şu kürrei arz yapılırken, taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu, havası henüz kimyahanei kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç tasavvur ediyor musunuz?
Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilirForumTR üyesi olmak için tıklayınız