iltasyazilim
FD Üye
Bir Garip Tiryakilik
Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gösterilme isteği hakiki mü'minlerin değer ölçüleri açısından çok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur Ne var ki, hubbu câh, iman ve Kur'an hizmetinde koşturan kimseler için de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir Zira, hubbu câh resmî olabileceği gibi, gayri resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gönlüne düşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından övülme, hep önde görünme ve aranan, ihtiyaç duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahür edebilir
Evet, imana ve Kur'ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubbu câh hastalığına tutulabilirler Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum içinde farklı ve ayırt edilir bir insan görünme, bazen sözle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccühünü toplama düşüncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler Mesela, zahiren tesirli konuşan ve görünüşte güzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gösterdiği biri haline gelir Herkes tarafından parmakla gösterilmek de bir çeşit pâyedir Şayet, bu insan hubbu câha müptelâ ise, artık hayatını o şan ü şöhrete göre programlamaya başlar Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccühler koparmaya çalışır
Hatta, o kadar teveccüh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gün aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi öfke izhar eder Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir görüyor ve parsa toplar gibi “Aman ne güzel söyledin! iltifatları topluyorsa, bu atmosfere öyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir Şayet, bir gün falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gönlünce dile getiremese ve her zamanki teveccühleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gönül koyar Önce, “Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugün; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra bürünmediler, neden bakışlarını gözlerimin içine teksif etmediler? der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular Daha sonra, “Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugün neden beni teyid etmediler? düşünceleriyle dolar ve meleklere küser Hatta haddini bütün bütün aşarak, meseleyi daha da ileri götürme tali'sizliğine de düşer ve “Neden her zamanki gibi ilham göndermedi? türünden çirkin mülahazalarla içten içe Allah'a da küser Emin olun, pâye tutkunu, şöhret düşkünü ve hubbu câh müptelâsı böyle bir insanın tahayyül ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kötü duygularla ve bu kadar kirli mülahazalarla dolu olduğunu görürsünüz
Oysa, insan her zaman aynı ölçüde selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve güzel anlatmaya muktedir olamayabilir Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın bütün melekeleri tutulur Bu durumda, insan irâdesinin nisbî bir tesirinden söz etmek mümkün olsa da, aslında o hal tamamen Allah'ın elindedir Semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman eviripçeviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz'in ifadesiyle, “Kalb de, Hazreti Rahmân'ın parmakları arasındadır; Cenâbı Hak hâlden hâle çevirir ve ona istediği şekli verir Allah Teâlâ, dilediği zaman insanın kalbini öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O'ndan gayri kimse ona inşirah veremez Haddizatında, işte o hal de Hazreti Rahman'ın bir rahmet tecellisidir Yüce Yaratıcı bir manada kuluna, “Gördün mü ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem görme, işitme ve düşünme melekelerini de alırım; sağır, kör ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda! der; onu Kendine döndürür ve “Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni söylemeyen dilden, Senin eserlerini görmeyen gözden ve Senin zâkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım! niyazıyla yönelmesi gereken kapıya yönlendirir Bu itibarla da, öyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb'in teveccühü bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gönül gözünü bir kere daha verâlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır Ne var ki, makam sevdasına dûçar olmuş ve alkış peyleme peşine düşmüş kimselerin bunları düşünmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur
“Ben Düşmem Deme!
Evet, hubbu câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir Yoksa –hafizanallah– “Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır
Nitekim, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar hubbu câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler'de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûki ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutbu a'zam'ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubbu câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya ane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır
Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir Belki halkın takdir ve hüsnü kabulü karşısında şöyle demelidir: “Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim Onlar, hakkımda hüsnü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubbu câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur Evet, mü'mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü'mincesi budur Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü'mince olmadıkları da muhakkaktır Muhakkaktır; zira, hubbu câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir Riya ise, “şirki hafîdir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma'ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler duygusuyla hareket etmeye sürükler
Gönüllerin Fatihi O'dur!
İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü'mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur Oysa, Cenâbı Hak, daha Kur'an'ın başında “Elhamdü lillahi rabbi'lalemîn buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir “Lillah ifadesinde yer alan “lam harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah'a mahsus ve Allah'ın hakkı olduğunu belirtir Her şekliyle hamd ü sena O'nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâbı Hakk'a aittir, O'na mahsustur, sadece O'nun hakkıdır Dolayısıyla, bir mü'min için, her amelde Cenâbı Hakk'ın teveccühü ve rızayı ilahî esas olmalıdır Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah'ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirki hafiye yuvarlanır
Bu itibarla, muvahhid mü'min, Cenâbı Hakk'ın teveccühüne başka ortaklar koşmaz ve O'nun rızasını her türlü mükafatın üstünde tutar O, sadece Allah'ın teveccühünü ve rızasını tahsile çalışır; insanların teveccühüne ve istihsânına zerre kadar kıymet vermez Halkın nazarını ve kabulünü, ancak Cenâbı Hakk'ın kabulünün ve teveccühünün bir yansıması ve gölgesi ise makbul sayar Fakat, teveccühü nâsın bir istidraç olabileceğini de hiç hatırdan çıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz O, Hazreti Rahman'a hasrı nazar eder; teveccühünü bütünüyle asıl hak sahibi Rabbi Rahim'e yönlendirir ve sadece O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır Bilir ve inanır ki, Cenâbı Hak isterse ve hikmeti öyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında hüsnü kabul ve sevgi vaz' eder
Evet, gönül kapılarının açılması Allah Teâlâ'nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hiç kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez Gördüğünüz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, güvenilen ve sevilen kimseler olabilmek için ölüp ölüp diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye çalışıyorlar Güçkuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amâde Fakat, onca imkana rağmen, bir türlü kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulüne mazhar olamıyorlar Şeytanı bile hayrette bırakan çok büyük kötülüklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov türünden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin günlerce reklamını yaparak dikkatları kendi üzerlerine çekmeye çalışıyorlar Değişik illüzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi göstermeye gayret ediyor ve halkın teveccühünü kazanmak için her yola başvuruyorlar Ne var ki, gönül kapılarını bir türlü açamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccühe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar Beri tarafta ise, güç ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile görmedikleri insanlar, hiç öyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccühünü ve hüsnü kabulünü tahsil ediyorlar Onlar, sadece teveccühü ilâhî peşinde koşuyorlar, Cenâbı Hak da onlara teveccühü nâsı da yâr ediyor
Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccühü, ilahi teveccühün bir gölgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz öyle bir mülahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccühü nâsa kıymet vermemeli; böyle masumâne görünen bir düşüncenin dahi Allah'a teveccühümüze ve O'nun bize teveccühüne gölge yapabileceğinden korkmalıyız Korkmalı ve Enbiyâı izâm'ın hulusuna tâlip olmalıyız Cenâbı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hiçbirinin kıtmiri olamayız Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır Artık hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir ama her mü'min, peygamberlerle temsil edilen güzel ahlaka sahip olmayı gönülden istemelidir İşte, bu teveccühü nâs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberâne bir ihlas talebidir
Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlü'nün şu beyanı ne kadar mânidardır: “Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah'ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üçbeş kişi bile onu takip etmiyor Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye'se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâbı Hakk'ı kazanmış ve O'nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor
Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli Unutmamalı ki, Üstad'ın ifadesiyle Cenâbı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesreti etbâ' ile ve fazla muvaffakiyetle değil Dahası, teveccühü nâs ve şöhret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak gerektir Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makammansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler Etmemeli ve henüz vakit varken hubbu câhtan kurtulup ihlas tiryâkisi olmanın, rızayı ilahiye bağlanmanın ve maddîmanevî füyuzât hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah'a ulaşmanın peşine düşmelidirler
Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gösterilme isteği hakiki mü'minlerin değer ölçüleri açısından çok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur Ne var ki, hubbu câh, iman ve Kur'an hizmetinde koşturan kimseler için de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir Zira, hubbu câh resmî olabileceği gibi, gayri resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gönlüne düşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından övülme, hep önde görünme ve aranan, ihtiyaç duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahür edebilir
Evet, imana ve Kur'ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubbu câh hastalığına tutulabilirler Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum içinde farklı ve ayırt edilir bir insan görünme, bazen sözle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccühünü toplama düşüncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler Mesela, zahiren tesirli konuşan ve görünüşte güzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gösterdiği biri haline gelir Herkes tarafından parmakla gösterilmek de bir çeşit pâyedir Şayet, bu insan hubbu câha müptelâ ise, artık hayatını o şan ü şöhrete göre programlamaya başlar Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccühler koparmaya çalışır
Hatta, o kadar teveccüh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gün aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi öfke izhar eder Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir görüyor ve parsa toplar gibi “Aman ne güzel söyledin! iltifatları topluyorsa, bu atmosfere öyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir Şayet, bir gün falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gönlünce dile getiremese ve her zamanki teveccühleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gönül koyar Önce, “Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugün; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra bürünmediler, neden bakışlarını gözlerimin içine teksif etmediler? der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular Daha sonra, “Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugün neden beni teyid etmediler? düşünceleriyle dolar ve meleklere küser Hatta haddini bütün bütün aşarak, meseleyi daha da ileri götürme tali'sizliğine de düşer ve “Neden her zamanki gibi ilham göndermedi? türünden çirkin mülahazalarla içten içe Allah'a da küser Emin olun, pâye tutkunu, şöhret düşkünü ve hubbu câh müptelâsı böyle bir insanın tahayyül ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kötü duygularla ve bu kadar kirli mülahazalarla dolu olduğunu görürsünüz
Oysa, insan her zaman aynı ölçüde selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve güzel anlatmaya muktedir olamayabilir Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın bütün melekeleri tutulur Bu durumda, insan irâdesinin nisbî bir tesirinden söz etmek mümkün olsa da, aslında o hal tamamen Allah'ın elindedir Semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman eviripçeviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz'in ifadesiyle, “Kalb de, Hazreti Rahmân'ın parmakları arasındadır; Cenâbı Hak hâlden hâle çevirir ve ona istediği şekli verir Allah Teâlâ, dilediği zaman insanın kalbini öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O'ndan gayri kimse ona inşirah veremez Haddizatında, işte o hal de Hazreti Rahman'ın bir rahmet tecellisidir Yüce Yaratıcı bir manada kuluna, “Gördün mü ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem görme, işitme ve düşünme melekelerini de alırım; sağır, kör ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda! der; onu Kendine döndürür ve “Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni söylemeyen dilden, Senin eserlerini görmeyen gözden ve Senin zâkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım! niyazıyla yönelmesi gereken kapıya yönlendirir Bu itibarla da, öyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb'in teveccühü bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gönül gözünü bir kere daha verâlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır Ne var ki, makam sevdasına dûçar olmuş ve alkış peyleme peşine düşmüş kimselerin bunları düşünmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur
“Ben Düşmem Deme!
Evet, hubbu câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir Yoksa –hafizanallah– “Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır
Nitekim, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar hubbu câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler'de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûki ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutbu a'zam'ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubbu câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya ane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır
Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir Belki halkın takdir ve hüsnü kabulü karşısında şöyle demelidir: “Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim Onlar, hakkımda hüsnü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubbu câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur Evet, mü'mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü'mincesi budur Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü'mince olmadıkları da muhakkaktır Muhakkaktır; zira, hubbu câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir Riya ise, “şirki hafîdir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma'ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler duygusuyla hareket etmeye sürükler
Gönüllerin Fatihi O'dur!
İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü'mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur Oysa, Cenâbı Hak, daha Kur'an'ın başında “Elhamdü lillahi rabbi'lalemîn buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir “Lillah ifadesinde yer alan “lam harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah'a mahsus ve Allah'ın hakkı olduğunu belirtir Her şekliyle hamd ü sena O'nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâbı Hakk'a aittir, O'na mahsustur, sadece O'nun hakkıdır Dolayısıyla, bir mü'min için, her amelde Cenâbı Hakk'ın teveccühü ve rızayı ilahî esas olmalıdır Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah'ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirki hafiye yuvarlanır
Bu itibarla, muvahhid mü'min, Cenâbı Hakk'ın teveccühüne başka ortaklar koşmaz ve O'nun rızasını her türlü mükafatın üstünde tutar O, sadece Allah'ın teveccühünü ve rızasını tahsile çalışır; insanların teveccühüne ve istihsânına zerre kadar kıymet vermez Halkın nazarını ve kabulünü, ancak Cenâbı Hakk'ın kabulünün ve teveccühünün bir yansıması ve gölgesi ise makbul sayar Fakat, teveccühü nâsın bir istidraç olabileceğini de hiç hatırdan çıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz O, Hazreti Rahman'a hasrı nazar eder; teveccühünü bütünüyle asıl hak sahibi Rabbi Rahim'e yönlendirir ve sadece O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır Bilir ve inanır ki, Cenâbı Hak isterse ve hikmeti öyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında hüsnü kabul ve sevgi vaz' eder
Evet, gönül kapılarının açılması Allah Teâlâ'nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hiç kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez Gördüğünüz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, güvenilen ve sevilen kimseler olabilmek için ölüp ölüp diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye çalışıyorlar Güçkuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amâde Fakat, onca imkana rağmen, bir türlü kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulüne mazhar olamıyorlar Şeytanı bile hayrette bırakan çok büyük kötülüklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov türünden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin günlerce reklamını yaparak dikkatları kendi üzerlerine çekmeye çalışıyorlar Değişik illüzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi göstermeye gayret ediyor ve halkın teveccühünü kazanmak için her yola başvuruyorlar Ne var ki, gönül kapılarını bir türlü açamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccühe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar Beri tarafta ise, güç ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile görmedikleri insanlar, hiç öyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccühünü ve hüsnü kabulünü tahsil ediyorlar Onlar, sadece teveccühü ilâhî peşinde koşuyorlar, Cenâbı Hak da onlara teveccühü nâsı da yâr ediyor
Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccühü, ilahi teveccühün bir gölgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz öyle bir mülahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccühü nâsa kıymet vermemeli; böyle masumâne görünen bir düşüncenin dahi Allah'a teveccühümüze ve O'nun bize teveccühüne gölge yapabileceğinden korkmalıyız Korkmalı ve Enbiyâı izâm'ın hulusuna tâlip olmalıyız Cenâbı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hiçbirinin kıtmiri olamayız Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır Artık hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir ama her mü'min, peygamberlerle temsil edilen güzel ahlaka sahip olmayı gönülden istemelidir İşte, bu teveccühü nâs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberâne bir ihlas talebidir
Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlü'nün şu beyanı ne kadar mânidardır: “Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah'ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üçbeş kişi bile onu takip etmiyor Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye'se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâbı Hakk'ı kazanmış ve O'nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor
Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli Unutmamalı ki, Üstad'ın ifadesiyle Cenâbı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesreti etbâ' ile ve fazla muvaffakiyetle değil Dahası, teveccühü nâs ve şöhret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak gerektir Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makammansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler Etmemeli ve henüz vakit varken hubbu câhtan kurtulup ihlas tiryâkisi olmanın, rızayı ilahiye bağlanmanın ve maddîmanevî füyuzât hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah'a ulaşmanın peşine düşmelidirler