iltasyazilim
FD Üye
Sevgili kardeşlerim, bu yazıyı internette dolaşırken buldum Ve inanın okuduğumda o kadar beni sarmaladı, o kadar etkisiyle bana hükmetti, o kadar ilmiyle beni donattı ki anlatamam Gerçekten yazının tamamımı okusanız sabırla, ne denli güzel bir yazı olduğunu göreceksiniz
“Ben gizli bir hazineydim Açığa çıkmayı diledim
—Hadisi Kudsî
Öncelikle, ‘ihtiyaç’ yaratılmışlara özgü bir olgudur Yerine getirilmediği takdirde aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi Eylemin yönü ise, dışarıdan içeriye doğrudur Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar Sıfatsal gereklilikler ise, yerine getirilmediği takdirde aciz bırakmaz, ancak o sıfata gölge düşer Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir Bu yardımı yerine getirmediği zaman hekim olan şahıs acziyete düşmez, ancak sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur Bu durum o sıfatı çirkinleştirir Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez Bu tarz gerekliliklerde eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemal mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler
(Buraya dikkat et!)
Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlana’yı mesnevîler yazmaya özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemal mertebede erdemler sahibi olan Zat’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kainat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir
İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikuladeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler Alemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkan verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varoldukları için, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi kaçınılmazdır Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar
İnsan ise, kainatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir Bu nedenle kemal mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, nevşü nema bulacaktır Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir
İnsandaki özgünleşmenin temel şartı özgürlük, özgürlüğün gereği ise irade, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır İrade ise ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret alemlerine alınacaktır Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir
Bu kainatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azami bir noktada verim alınmaktadır Öyle ise bu işleyen süreç en üst düzeyde bereketlendirilecektir Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verilmiş, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir
İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber (sav) önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir
İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır
Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebepsonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır
İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir Fıtrat dediğimiz bu ‘öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir Düşüncelerin görsel planda değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir
Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir Gerçek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz ‘Bu benim’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz Şefkat duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkanını bulabilecek miydik?
Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik?
Özetle insan, doğrudan bir etkileşim içerisinde kalmadan, O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları ‘özgürce tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve ‘görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Adem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır
“Ben gizli bir hazineydim Açığa çıkmayı diledim
—Hadisi Kudsî
Öncelikle, ‘ihtiyaç’ yaratılmışlara özgü bir olgudur Yerine getirilmediği takdirde aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi Eylemin yönü ise, dışarıdan içeriye doğrudur Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar Sıfatsal gereklilikler ise, yerine getirilmediği takdirde aciz bırakmaz, ancak o sıfata gölge düşer Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir Bu yardımı yerine getirmediği zaman hekim olan şahıs acziyete düşmez, ancak sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur Bu durum o sıfatı çirkinleştirir Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez Bu tarz gerekliliklerde eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemal mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler
(Buraya dikkat et!)
Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlana’yı mesnevîler yazmaya özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemal mertebede erdemler sahibi olan Zat’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kainat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir
İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikuladeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler Alemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkan verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varoldukları için, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi kaçınılmazdır Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar
İnsan ise, kainatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir Bu nedenle kemal mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, nevşü nema bulacaktır Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir
İnsandaki özgünleşmenin temel şartı özgürlük, özgürlüğün gereği ise irade, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır İrade ise ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret alemlerine alınacaktır Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir
Bu kainatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azami bir noktada verim alınmaktadır Öyle ise bu işleyen süreç en üst düzeyde bereketlendirilecektir Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verilmiş, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir
İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber (sav) önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir
İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır
Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebepsonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır
İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir Fıtrat dediğimiz bu ‘öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir Düşüncelerin görsel planda değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir
Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir Gerçek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz ‘Bu benim’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz Şefkat duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkanını bulabilecek miydik?
Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik?
Özetle insan, doğrudan bir etkileşim içerisinde kalmadan, O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları ‘özgürce tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve ‘görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Adem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır